top of page
Search
  • Writer's pictureAyten Keser

KAMERAİNSAN - SEN KİMSEYE DOKUNMAZSAN KİMSE DE SANA DOKUNMAZ

Updated: May 13, 2021

*Bu yazı söz konusu belgesel hakkında yüksek doz spoiler içerir fakat bunun hiçbir önemi yoktur zira kendinizi bilerek izlemeniz ve izlerken koltuğunuzda kıpırdanmanız, gerekirse durdurup hislerinize kulak vermeniz ve zihninize üşüşen soru/sorunları masaya yatırmanız, filmi ele alan yazarın amacının gerçekleştiği manasına gelecektir.



Kirsten Johnson’ın bu belgeseli ortaya çıkarırken duyduğu sorumluluk, temas ettiği yerler öyle değerliydi ki, yazının içime sinmesi ve bahsi geçecek insani durumların hakkını verip veremeyeceğim konusunda bir hayli endişe duydum ve günlerce bu yazıya nokta koyamadım. İstemedim de sanırım çünkü sorgulayacak öyle çok şey vardı ki. Belgeselin ilk karesiyle başlayan yolculuğum bu yazının son noktasına dek sürdü ve bittiğinde de bir anda buhar olup uçmayacak düşündürttükleri. Johnson’ın Kamerainsan’la temsil, travma, etik ve hassasiyet kavramları üzerinden kurduğu bağları, kendisinin röportajları ve belgesel üzerine yazılmış ne kadar yazı varsa okuyup, kendi merceğimden de geçirerek o sağlam bağların üzerine küçük düğümler atmaya çalışıyorum. Ağzımızdan çıkanlar havaya karışırken, zihnimizden sözcükler halinde akanlar her ne kadar günümüz dijital çağında internetin dipsiz dünyasında kaybolmaya mahkumsa da, birilerinin bu yazıyı okuyacağı gerçeğini ve seçtiğim belgesel üzerinden kendimi ve durduğum noktayı ifade edişimin vicdani boyutta beni ne denli rahatlattığını göz ardı edemiyorum.


John Grierson belgesel kelimesini ilk telaffuz eden kişi olarak, “Belgesel, gerçekliğin yaratıcı biçimde ele alınışı.” ifadesini kullanmıştır. Gerçek kişiler ve gerçek mekanlar eşliğinde, gerçek bir olay anlatısı beklenmektedir. Her birimizin zihninde muhakkak bir imge oluşuyor, kişisel geçmişimizin alametifarikaları deneyimlerimiz konuşuyor içimizde. Yazar kişi olarak sizi bu noktada kendi evrenime davet ediyorum. Lütfen girerken derin bir nefes alın ve temiz havanın her bir hücrenize ulaştığından emin olduktan sonra omurganız dik bir şekilde beni okumakla kalmayın, sesimi de duyun. Etkilendiğim ve çok şey öğrendiğim bir başka belgesel, Sarah Polley’in Anlattığımız Hikayeler’i şöyle bir replikle başlıyordu:

- Bu belgesel ne hakkında sence? Dördüncü duvarı mı yıktım şu an? Kamerayı döndürsene.

- Ne hakkında? Birçok şey hakkındaymış gibi. Anılar ve hayat hikayelerimizi anlatma şekillerimiz hakkında. Bence bu birçok bakımdan birini, insanların o kişi hakkında anlattığı hikayelerle hayata döndürmeye çalışmak gibi.

Johnson, Kamerainsan filminden sonra verdiği bir röportajda, yeni bir belgesel hazırlığında olup olmadığı sorulunca şu cevabı veriyor: “Babamı kaybetmeden önce onu gelecek için saklamak istiyorum. İnsanların ölmesini engelleyemezsin ama filmlerle onları hayatta tutabilirsin.” [1] Hepimiz elimizdeki imkanlar dahilinde bizim için değerli olan insanları, anları çokta üstünde durmadan, nedenleri üzerinde derinleşmeden, içgüdüsel bir şekilde kayıt altına alırız. Yani her şeyden önce bu belgesel bize unutmak istemediklerimizi hatırlatmak için var. Ve sadece hatırlatmakla da kalmıyor, bir şeyler söylüyor bize. Kirsten bu belgesel aracılığıyla hem bizimle, izleyenle konuşuyor hem de gelecekte, ‘geçmişteki izlenenle’ özlediğinde ve istediğinde karşı karşıya gelebilmek için bir anı albümü oluşturuyor. Bu bir belgesel olmasına rağmen kurmaca bir film izliyormuşçasına an be an karakterlerle özdeşleşiyoruz. Nasıl oluyor da dünyanın bambaşka yerlerinde, farklı zaman dilimlerinde, farklı olaylar yaşamış insanların hikayeleri ardı sıra gelip bir bütün oluşturabiliyor? Mesele hikayenin salt insanı, insana has birtakım hadiseleri, hissiyatları anlatıyor oluşu. Diğer yandan insanın geride ne bırakacağına, ne bıraksa içinin rahat olacağına dair bir örnek, bir emsal bu yapım. Bu belgesel başka ne gösteriyor bize? Nasıl bir ilişki kuruyor insanla, mekanla, kendisiyle ve dünyayla? Kamerayı hangi amaçla insanlara doğrulttuğu da önemli. Kimi, neye tanık etmek için tüm bu çaba?

Sen kimseye dokunmazsan, kimse de sana dokunmaz.”

Bosna Savaşı'ndan yıllar sonra eve dönen Müslüman bir ailenin üyesi.


Kamerainsan bundan yaklaşık 100 yıl önce Kameralı Adam olarak tarih sahnesindeki yerini alan ve kendinden sonraki kuşakları -özellikle belgesel sinemayı- derinden etkileyen bir yapımın ve sine- göz kuramının yaratıcısı olan Dziga Vertov’a, yüzünde belki biraz yorgun ama asla yılgın olmayan, kendinden ve yürüdüğü yoldan emin bir ifadeyle tebessüm ediyor gibi. Kirsten Johnson, çalıştığı birçok belgesel film için çektiği görüntülerden bir seçki sunmuyor izleyiciye, onları bambaşka bir hale büründürüyor ve çok sesli, çok renkli, eşsiz bir bütün yaratıyor. Savaş sonrası Bosna’da yaşanan travmanın kayıtları, New York’taki boks maçı, Afrika’daki bir ebenin günlük rutini, Afganistan’da bir çocuğun yaşadıkları, Kirsten’in New York’taki evinden görüntüler, ailesiyle birlikte Colorado Springs’teki çiftlikte geçen sahneler... Zaman ve mekandan sıyrılan güçlü bir hikaye akıyor yaklaşık 100 dakika boyunca. Ve asıl güç görüntülerin ölümsüzlüğünde, tarihselliğinde ve nihayetinde izleyene müthiş bir alan açan hikaye anlatıcısının tercihlerinin öneminde.


Bir savcı, parçalara ayrılmış bir cesedin görüntülerinin olduğu bir dosya ve cesedi sürükleyen zinciri tutuyor elinde. Fotoğrafların gösterilip gösterilmemesi, gösterilse bunun ne tür etkilerinin olabileceği ve bu kararı kameranın arkasındaki kişinin verebiliyor oluşu üzerine düşünüyoruz. İzlediğimiz filmler sonrasında bahsi geçen genelde yönetmen olur fakat bu belgeselde, kamera merceğinden insanların gözünün içine bakan kişiyle muhatabız. Orada biri var ve bu kişi Missouri’de otoyolun kenarında durmuş gökyüzünü çekerken, bir anda çakan şimşeği kayıt altına aldığı için heyecanlanan, hareket eden biri. Sonrasında kamera kayıttayken hapşıran, nefes alan biri. Ve her bir sahne, her bir plan onun seçiminin sonucu. O bir vasıta. Nijerya’daki bir hastanede -olabilecek en zor şartlarda- bir bebeğin dünyaya gelmesine katkıda bulunan bir ebenin neler yaptığına tanık ediyor bizi ve her ne olursa olsun vazifesinin başında. İnsani duyguları, kaygıları onu bu hikayeleri bize sunmaktan, bizimle paylaşmaktan alıkoymuyor. Bosna Savaşı’ndan yıllar sonra evlerine dönen Müslüman ailenin bahçesinde ufak bir çocuk hemen yanı başındaki kardeşine rağmen elinde balta sallarken de Kirsten’in endişesini anlayabiliyoruz. Tüm bunlara rağmen Kirsten filmini dehşet uyandırmak için değil haberdar etmek, tanık etmek için kullanıyor.

Ölüme odaklandığınızda “Bitti, bu kadar.” dersiniz. Röntgencilikten başka yapacak bir şey yoktur. İzleyip “Vay be!” dersiniz sadece. İşte asıl sorunumuz bu. Dehşeti temsil edecek bir yol bulmalıyız, ölümü temsil edecek, altın kurallara da saygı duyarak yani onura.”

Charif Kıwan/Suriyeli muhalif sinema kolektifi Abounaddara’nın sözcüsü.

Müslüman kadınların hapsedildiği ve tecavüze uğradığı Partizan Spor Salonu, Sırp askerlerinin olduğu Motel Miljevina, 900'den fazla sivilin öldürüldüğü Tahrir Meydanı, Tutsi’nin katledildiği Ruanda'daki Nyamata Kilisesi, Liberya İç Savaşı'nın infaz yeri olan Hotel Africa, Kabil'deki Rus yapımı Bibi Mahru Tepesi... [2] Kamu infazları için kullanılan yerleri görüyoruz. Sonra Necibullah, bir bomba patlamasında kaybettiği bir gözünün ve kardeşinin hikayesini anlatıyor. Tüm bunlar, savaşın ve şiddetin devam eden acısını, kameranın tanıklık etme yeteneğini ve kargaşası hiç bitmeyen dünyayı her şeye rağmen anlamlandırabilme halimizi gösteriyor.


İşimiz zor çünkü bir şekilde bu hikayeleri işliyoruz ve bünyemize alıyoruz. Travmayla, travma sonrası stresle nasıl baş ediyoruz, sonuçta bu hikayeleri biriktiren ve onları dünyayla paylaşan biziz.” “...Bu gerçeği konuşuyoruz ama aslında hiçbirimiz kendi travmamızı gözden geçirmiyoruz. Bu yapmamız gereken bir şey diyerek bünyemize alıyoruz.”

Selma Sariç/Çevirmen ve Saha Yapımcısı – Bosna, Sarajevo

Yaşadığımız onlarca şiddet çeşidi var ve çoğu durumda kişi maruz kaldığı şiddeti tanıyamıyor bile. Kameranın arkasındaki göz de şiddeti göstermenin, temsilin, aydınlatıcı, bilgilendirici mi yoksa istismarcı bir duruş mu olup olmadığı tartışmalarını yürüten konumunda oluyor. Bu çatışmanın etik boyutu, içinde bulunduğumuz dijital çağda herhangi bir görüntünün hitap ettiği kitlenin büyüklüğüyle daha da bulanıklaşıyor. Kamerainsan’ın bir başka temas ettiği yer ise görmeye alışık olmadığımız karakterleri odağına alması. Klişelere ve stereotiplere karşı Nijerya’dan, Afganistan’dan ve Bosna’dan Müslüman insan hikayeleri ile temsil kavramını da sorguluyoruz. Aslında öyle çok yere dokunuyor ki Johnson, tek bir sefer izlemekle her şeyi yakalayamıyoruz. Hayatın bir noktasında bir düşünceye kapılıp doğruluğundan emin oluyor, sonra bir daha kendimizi sorgulamıyor ve yeri geldiğinde ısrarla çok öncelerde kalmış bir versiyonumuzun tahakküm ettiğini hararetle savunuyoruz. Bu belgesel, değişimin kaçınılmaz olduğu dünyamızda, doğru kabul ettiğimiz ne varsa yeniden sorgulamanın gerekliliğini de salık veriyor aslında. Ve Kirsten’in filminin kahramanlarının çoğunun kadın oluşu, günümüz dünyasında sürmeye devam eden bir başka savaşın farklı bir cephesi oluyor.

Katliamların, tecavüzlerin, işkencelerin geçtiği, yaşandığı onca bina, şehir ve meydan görüyoruz. Bu bilgiye sahip olmak ve süregelen zaman içinde değişimi, dönüşümü görmek insanı şunu düşünmeye itiyor istemsizce: Dünyada acı var, haksızlıklar var. Var olmak için, varlığını sürdürebilmek için herkes mecburi bir savaşa dahil ediliyor. Ve görüntüler öyle gösteriyor ki tüm bunların yanında güneşe bakanlar, kahkaha atan çocuklar, muazzam manzaralar, mavi üzerine pek yakışan pofuduk bulutlar var. Bak, kaldır kafanı. Ama yetmez. Herkes bakar. Baktığın yerde ne gördüğündür önemli olan. Ve gördüğünü nasıl göstermeye karar verdiğin. Ve Kristen Johnson gibi ben de bir başka filmde kullanılan bir repliği bağlamından koparıp buraya yamalama ihtiyacı duyuyorum:


Gör diye!

Ne diye bunca zahmet?

Göstermek daha mı önemli?

Her gördüğünü gösterebiliyor musun?

Söylesene, her gördüğünü gösterebiliyor musun?”*

Her gördüğünü gösteremez belki insan ama eğer isterse bir şekilde yolunu bulur, tıpkı Kirsten’in yolunu bulduğu gibi.

* Reha Erdem’in ‘A Ay’ filmi.

[1] https://variety.com/2017/film/global/cameraperson-director-kirsten-johnson-on-stereotypes- violence-immortality-1201955015/

[2] https://www.filmcomment.com/article/kirsten-johnson-cameraperson/

9/01/2020 tarihinde www.leylisanat.com’da yayınlanmıştır.

bottom of page