Ayten Keser
SANS SOLEIL - ZAMANIN DIŞINDA BİR DENEME
Updated: May 13, 2021

100 dakikaya neler sığar? Siz bunu düşünürken, araya kaynatmak istediğim bir iki itiraf olacak. Öncelikle bu bir inceleme yazısı değil, tıpkı bahsi geçecek olan filmin sadece bir belgesel olmadığı gibi. Ben sadece izleyici değilim, tıpkı Chris Marker’ın sadece Chris Marker olmayışı gibi. Dinleyici ve iz sürücü rollerini üstleniyorum. Zorlanıyorum, sınırlarımı genişletiyorum ve her türden hissi yaşıyorum. Hem de sadece 100 dakika içinde. Yinelememe takılmayın çünkü zamanın hiçbir söz hakkı yok bu filmde. “İnsanın 19. yüzyılda uzamla hesaplaşmak zorunda kalması...” diye yazmış Sandor Krasna bir mektubunda. Bir dış ses var. Kadın sesi. Kim bunlar diye sormayın, bırakın kafalar karışsın biraz. Jenerikte bir de Michel Krasna göreceksiniz. Muhakkak var bir bağları fakat ilk akla gelenden bir hayli uzakta.
1983. 35 mm. Film başlar başlamaz bir fırtına kopuyor. Görsel-işitsel ve zihinsel açıdan. Öyle şeylerden bahsediyor ki mektuplar, yazar kişiyle bir tren istasyonunda, geçip giden insan trafiğine karşı hiç bitmesin istediğim müthiş bir sohbete başlıyoruz sanki. Ne hakkında bu film? ‘Şeyler’ hoş bir başlık olurdu. Fakat biraz açmak gerekebilir. Film birçok şey hakkında. Zaman, tarih, insan hafızası, rüyalar, ilişkiler, ayinler, öğretiler, kayıt altına almak, listeler... [2] Mektuplarda bahsi geçen yerler; Japonya, Tokyo, Afrika, Gine-Bissau, Yeşil Burun Adaları, İzlanda, Paris, San Francisco. İsimsiz bir kadın, dünyayı defalarca gezmiş esrarengiz bir seyyahın felsefi ve şiirsel mektuplarını sıra dışı görüntüler eşliğinde seslendiriyor. Ve işte şöyle başlıyor:
“İlk bahsettiği görüntü, 1965’te İzlanda’da, bir yoldaki üç çocuğa aitti. Bunun kendisi için, mutluluğun resmi olduğunu ve diğerleriyle bu imge arasında birçok kez bağ kurmaya çalışmışsa da bunun hiç işe yaramadığını söyledi. Bir gün, bunu bir filmin başına; uzun, siyah bir giriş parçasıyla öylece koymak zorunda kalacağını yazdı. Resimdeki mutluluğu göremeyenler en azından siyahlığı görebilirdi.”
[1] Oldukça kişisel bir girişten sonra izlemekte olduğumuz filmin bir belgeselden epey farklı kodlandığını görüyoruz. Bu bir deneme film ve deneme filmler belli bir konuyu aktarmaktan ziyade, bahsi geçen konulara kişisel bir yaklaşım getirilen ve yazarın öznel deneyimini öne çıkaran yapımlardır. Biçimsel açıdan da belgesele kıyasla daha cesur ve daha deneyseldir. Haliyle burada da yazar arzusunun, derdinin peşine düşüyor. Sorularıyla, kendi içinde tartıştığı ve ele aldığı konularla ve sarmalandığı her ne varsa kayıt altına almaktan çekinmiyor. Merakının peşine düşüyor. Hepimiz gibi. Hatırlamayı seçtiğimiz, dönüp dönüp tekrar bakmak istediğimiz şeyleri kayıt altına alıyoruz bizde aslen.
“Zamanda askıya alınmış anların kırılganlığı” yazmış bir mektubunda. Bana kalırsa belgesel tüm bu anlardan oluşuyor. Bakan herkesin göremediği, gören herkesin anlayamadığı anlar. Fakat bu bir beceri meselesi değil, hayattaki önceliklere dair. Her merceğin kendine has bir efektinin oluşu gibi. Her bakışın gördüğünü başka algılayışı gibi. Eşsiz, biricik.
Ve Tokyo. Yazarın ve izleyenin dünyasında hatırı sayılır bir yer kaplıyor Tokyo. Şehri karış karış dolaştırırken, insanları ve insanlık hallerini de katıyor bu eşsiz yolculuğa. Bir tapınakta kedileri Toro’nun korunmasını istediklerinden, üzerine yazılar işlenmiş tahta tabletler bırakmak için kedi mezarlığına gelen bir çiftin yaptığı işteki sadelik ve yapmacıksızlıktan bahsediyor. Hayır, kedi ölmemiş, sadece evden kaçmış. Çocukluğuma gidiyorum.Küçükken erikliğin dibinde çocukça ritüellerle, ölen ve kaybolan böceklere ettiğimiz duaları hatırlayınca, büyüdükçe değişen önceliklerimi ve hayatımı böldüğüm parçaların birbirine etkisini düşünmeden edemiyorum. Ve bu önceliklerin oluşmasında kültürün, toplumun ne denli etkili olduğunu. Hatırlamayı seçtiğim, kendi kişisel tarihimin nadide bir parçası o yıllar. Bir de unutmayı tercih ettiklerim var.
“Bizler hatırlamayız. Tıpkı tarihin yeniden yazılışı gibi, hafızamızı yeniden yazarız. Ve bunun farkına varan herkes ilk önce panikler. Sonra kayıt altına almaya çalışır belki ve sonra umursamaz, yaşar gider.” diyor yazar. Çok değil sadece 7-8 yıl evvel kutlanmış bir doğum gününü asla hatırlayamadığım gibi. Bahsi geçen günde yanımda olanlar ilk anlattıklarında tek bir kare düşmemişti zihnime. Israrla devam ettiklerinde hayal meyal birkaç kare geliyor gözümün önüne fakat o güne dair birkaç olasılıktan öteye geçmeyen ihtimaller bunlar. Artık ne panikliyorum ne hatırlamak için bir çaba gösteriyorum. Yaşıyorum ve hatırımda kalmasını istediklerimi kayıt altına alıyorum, tıpkı yazar gibi.
Japonya’da Ocak ayında çektiği görüntüler için “Artık anılarım onlardı” diyor. Ve soruyor; “Filme almayan, fotoğraf çekmeyen veya banda almayan insanlar nasıl hatırlıyorlar acaba? İnsan, hatırlamayı nasıl başarıyor?” Mikro boyutta konuyu ele aldığımızda, günün nasıl geçti sorusuna verilecek yanıtın, yaşananların zihinde elenmesinden hemen sonra tercih edilen ve muhtemelen yer eden kısmına dair bir seçki sunmak gibi bir şey bu. Her şey tercihlerimizle alakalı, tercihlerimize dair. Kendi hayatlarımızı süzüp, kendimizce birtakım kriterlere göre minyatür bir hatıra inşa ediyoruz.
Yakın plan insan çekimleri. “Dürüst olun! Film okullarında öğrettikleri gibi insanlara kameraya bakmamalarını söylemekten daha aptalca bir şey duydunuz mu?” Kameraya bakan insanları görüyoruz. İçten içe hak veriyorum. Karşımızdaki makineyle, aldığımız eğitim doğrultusunda öyle bir bağ kurarız, öyle duvarlar inşa ederiz ki, aşılmaması gerektiğine inandırılırız. Belki de belgelese olan tutkum o meşhur dördüncü duvarı yıkmasından ötürüdür. Belki de bazı duvarların inşa edilmesinin sebebi nasıl yıkacağımız konusunda ulaşmamız gereken yaratıcılık seviyesine dair meraktır.
Kendimizden çok şey bulduğumuz, yazarın/yönetmenin iç dünyasına buyur edildiğimiz bu filmde oldukça sert sahneler de görmekteyiz. Öyle ki herkesin izleyemeyeceği, hayvanlarla ilgili açık vahşet sahneleri. Uçlarda gidip geliriz Sans Soleil’de. Ve Chris Marker ya da Sandor Krasna bizi duymuşçasına; “Bu sürekli geliş-gidişlerim bir tezat arayışı değil, hayatta kalma çabasının en aşırı iki ucundaki kutuplara bir yolculuk” der.
Shonagon’dan bahseder mektuplarında, Shonagon’un liste yapma tutkusundan.
“Zarif şeyler listesi, üzücü şeyler listesi, yapmaya değmeyen şeyler listesi, kalbi hızlandıran şeyler listesi.” 100 dakika bitse de bu film bitmeyecektir belli ki. Bizi aklında, kalbinde ve hayatında yer edenlerle bir bir tanıştırır yazar kişi. Edebiyattan kültüre, kültürden teknolojiye, teknolojiden felsefeye sanatlar arası, metinler arası ve nihayetinde hayatlar arası bir değil birçok yolculuğa çıkarır.
“Güneş parlamadığı müddetçe pek de güneş sayılmaz bizim için ve bahar da pek bahar sayılmaz hava bulutsuz olmadıkça.” Şeylerin işlevselliği.
Tokyo’yla yeniden kavuşma: “Tatilden evine dönmüş bir kedinin hemen tanıdık yerleri yoklaması gibi her şey olması gerektiği yerde mi diye, hemen koşup görmeye gitmiş. Bir ülkeye, evine, ailesine geri dönmek gibi küçük sevinçleri daha önce hiç tatmamış.” Üzerine söyleyebileceğim bir şey olmamasına karşın, bu yazıda yer almasını istediğim en naif, en güçlü alıntılardan biri bu. Söyleyemedim fakat çokça hissettim. Her daim gözümün önünde durmasını istediğim bir resim gibi, yazımın bir köşesine iliştirdim.
“Japonlar şakacı doğanın her an altlarından çekmeye hazır olduğu bir halı üzerinde yaşayanlar. Bir görünümler dünyasında yaşamaya alışmışlar: Kırılgan, kısa süreli, eğreti gezegenden gezegene dolaşan trenler hiç değişmeyen bir geçmişte dövüşen samuraylar. Buna ‘şeylerin süreksizliği’ deniyor.”
“Japon sırrının, Levi-Strauss’un -şeylerin dokunaklılığı- dediği şeyin, şeylerle duygu ortaklığı kurabilme özelliği olduğunu yazdı.”
“Fırçalar için bir ayin var, abaküsler için, hatta paslanmış iğneler için de. 25 Eylül’de de bir ayin var, kırılmış oyuncak bebeklerin ruhlarının sükunete kavuşması için.” Animizmden bahsediliyor. [3] Doğanın bir bütün olarak ve her varlığın teker teker maddi varlığının ötesinde de bir ruha sahip olduğunu kabul eden görüş. Japonya’da kabul gören Şintoizm de Animizm, Budizm ve Taoizmden etkilenmiş. Şintoizm, ölülerin ruhlarına tapınma esasına dayanıyor. Haliyle gündelik hayatı oldukça etkiliyor. Şintoizme göre ruhlar, anılarına sahip çıkan topluma bereket, sahip çıkmayanlara ise felaket yağdırıyorlar.
“Terk etmek bir şölen olmalı; yaralanmak bir şölen olmalı. Yitirdiklerimize, kırdıklarımıza ve kullandıklarımıza edilecek veda bir ayinle yüceltilmeli.” Yazar Japonya’yı ve Japonya’ya dair olanları öyle içselleştiriyor ki, kendi kişisel dünyasında anlam yüklü bir hatırat inşa ediyor. Evet, yaşantıya dair her şey bir şölen olmalı, aksi takdirde tüm bunların ne anlamı var ki?
Afrika’yı izliyoruz bir süre, Afrikalı kadınları. Bütün kadınların içinde var olan, tahrip edilmesi güç bir özden bahsediyor yazar. “Ve erkeklerin derdi de onların bunu olabildiğince geç fark etmesini sağlamak. Afrikalı erkekler de bu işte diğerleri kadar iyi.” diyor. Var olan fakat öyle çok dillendirilmeyen olguları öyle güzel anlatıyor ki. Bir erkek olarak bakış ve varoluş meselesindeki eşitsizliğin farkında ve bu derdinin peşine, kendini en iyi ifade edebildiği yerde, mektuplarında ve filmlerinde düşüyor.
Sans Soleil, Mussorgsky adında Rus bir bestecinin bir fügünden geliyor. [4] Füg, müzikte iki ya da daha fazla sesin farklı aralıklarda tekrarlanması ve bu durumun eser boyunca sıklıkla devam etmesidir. Filme metaforik anlamda katkı sunuyor bu durum. Çünkü yazar, yönetmen - anlatıcı (Chris Marker, Sandor Krasna, Michel Krasna - Florence Delay) ile başlayan film, hikayeler ve mekanlarla birlikte gittikçe kalabalıklaşıp, çoğalıyor.
4001’de geçen bir hikaye kurguluyor. Geldiği dünyada yürürken, her tökezlemesinde adımını bir sonraki seneye atan bir karakter düşlüyor. “Bu zaman atlaması neden? Hatıralar nasıl böyle bağlanıyor?’ diye soruyor.4001’i insan beyninin tam kapasiteyle çalışmaya başladığı devir olarak tasvir ediyor.Karakterin geldiği dünyada; hayal kurmanın, bir sanat eserinden etkilenmenin, bir müzikle duygulanmanın ancak tarih öncesinde yaşanmış uzun ve acılı bir döneme ait olabileceğini anlatıyor. Sandor Krasna çekmek isteyip hiçbir zaman çekemediği bir filmden bahsediyor filmin içinde. Başta gördüğümüz İzlandalı üç kızın görüntüsünü tekrar görüyoruz. Mutluluğun tanımı olarak bizimle paylaştığı bu sahneyi hiçbir filme koyamadığını anlatıyor. Hiçbir filme koyamadığını söylediği bu görüntüyü başta ve sonda olmak üzere iki kez aynı filmde kullandığını görüyoruz. Yani aslında izlediğimiz film, çekmek isteyip hiçbir zaman çekemediği film. Ve buna ‘mise en abyme’ deniyor. [5] Batı sanat tarihinde, mise en abyme, bir görüntünün bir kopyasını kendi içine yerleştirmenin biçimsel bir tekniğidir, çoğu zaman sonsuz tekrar eden bir sekansı düşündürür. Film teorisinde ve edebiyat teorisinde, bir hikayenin içine hikaye ekleme tekniğini ifade eder.
Ve son söz:
”Her birimiz, kendi el yazısıyla kendi ‘kalbi hızlandıran şeyler’ listesini yapacak sunmak ya da silmek için. İşte o zaman herkes şiir yazabilecek.” diyor. Benim kalbi hızlandıran şeyler listemde;
-aklıma, kalbime ve hayatıma sirayet eden karakterlerle karşılaşmak,
-şeylerin geçiciliği üzerine kurulu bu hayatta, ardımda bir iz bırakabilme düşüncesine kapılmak,
-ve yaradılışım gereği, muhakkak nefes aldığım her an kalbimi hızlandıracak bir şeyler bulabileceğimi bilmenin hissettirdiği heyecan ve şükrettiğim şans olacak. Peki ya sizin?
[1] https://altyazi.net/soylesiler/altyazi-tartisiyor-gunessiz-sans-soleil/
[2] https://www.japansociety.org/event/sans-soleil
[3] https://tr.wikipedia.org/wiki/Animizm
[4] https://tr.wikipedia.org/wiki/F%C3%BCg
[5] https://en.wikipedia.org/wiki/Mise_en_abyme
* https://chrismarker.org/chris-marker-2/wounded-time/
30/01/2021 tarihinde www.leylisanat.com’da yayınlanmıştır.